22 Kasım 2015 Pazar

“Houston in the blind” vs. “Yetişmiyor Sana Sesim”


Houston in the blind, literatüre Gravity filmi ile birlikte giren vecize gibi bir sesleniş, bir nida. 2013 yapımı filmde, eğer filme dair ipucu vermeden anlatacak olursak, bir uzay görevinde bulunan astronotların dünya ile bağlarının kopması ve ardından yaşananlar anlatılıyor. Bunun doğrudan konumuzla alakası yok elbette, ama Houston ile bağları kopan astronotların, her şeye rağmen konuşmalarında kullandıkları bir ifade vardı: “Houston in the blind.”

Bu ünlem, dünyaya sesinin gittiği umuduyla gönderilen mesajları beraberinde getiriyordu film boyunca. Yani - bir umut - belki oralarda, uzaklarda bir yerde bu sesleri duyan birileri vardır; ama o sesi duysalar da ona cevap veremezler, çünkü bir “körlüğe” doğru sürüklenmektedir. Dünyadan hiçbir ses gidemez, bağlantı yoktur artık. “In the blind” olmak için, yani cevapları alamayacak durumda olmak için Gravity’de olmak da gerekmez muhakkak, bu dünyada da o kadar çok Houston var ki sesimizin belki gittiği ya da hiç gitmediği ve oradan asla ve kat’a bir cevap alamayacağımız; ve o kadar dünya var ki bu dünyada birbirinden uzak…

Bazen edebiyatın ne işe yaradığını düşünüyorum; ancak buna tabidir ki kesin cevaplar bulmam, bunun formülünü burada ortaya koymam mümkün değil. Bununla birlikte, zaman zaman bazı fikirlere ulaşıyorum kendimce. Belki bu filmden ve bu sözden çıkarabileceğimiz şöyle bir şey var. Edebiyat, “Houston in the blind” ile başlayan cümleler kurmanın bu dünyadaki bir benzeridir. Her şiir, hikâye, deneme, roman bir yerlere seslenir. Aslında nereye seslendiği de pek belli değildir; bir dağa bağırmak gibi, bir denize taş atmak gibi, bir defterin bir sayfasına sonradan unutulacak küçük resimler çizmek gibi… örnekler böyle gider. Nitekim her yazılan eser, yazıldığı andan itibaren cevaptan, tepkiden bağımsız; kendi başına bir şeydir. Aynı uzaydan dünyaya gitmeye çalışan ses dalgaları gibi. Şayet ortada bir aşık atışması yoksa, bir cevabın da geldiği pek görülmez.

Şimdi bu kadar anlattığımız vecizenin aslında Türkçemizde de çok güzel bir karşılığı var, hatta filmden yıllar önce şarkısını da yapmışlar. Aslında bir filmde geçmesine de gerek yok, bazı nüanslar olmakla birlikte aynı anlamı taşıyor. Yine mesafeler, yine sesini uzaklara yetiştiremeyen insanlar, yine gelmeyecek cevaplar bütün içtenliğiyle, bütün bizdenliğiyle bir şarkıya konu olmuş. “Yetişmiyor Sana Sesim!”.


Velhasıl, “Houston is still in the blind!”


12 Kasım 2015 Perşembe

Başlarken...

Dışarıda puslu bir hava, koyu renkli bulutların arasından belli belirsiz sızmaya çalışan bir günışığı, ara sıra gökten düşen birkaç damla yağmur, sokaklardan geçen birkaç bisiklet, yerdeki yaprakları sürükleyen rüzgâr ve nehir boyunca uzanan toprak yolda sakince yürüyen bir adam ve alabildiğine ıssızlık. Uzun zamandır Türkiye’nin hareketli hayatına alışan bünye için şu an bulunduğum yeri tek kelime ifade etmeye yeter sanıyorum, 
“sessizlik”.

Sessizliğin kendi başına bir şey ifade etmediği söylenegelir hep. Ben buna katılmıyorum, özellikle de ne zaman sessizlik içinde kendimi bulsam çok daha farklı bir ruh haline bürünüyorum. Sessizliğin de söylemeye çalıştığı bir şeyler var, sadece biraz derinde, o kadar. Bir deniz kabuğunu elimize alıp da kulağımızda dayadığımızda duyduğumuz o sessizlik var ya hani, işte o. Sessizliği dinlemeliyiz, sadece
                   “sessizliğin sesini.”

Bu yeni bir söz değildir elbette, ya da ilk kez duyulan bir nutuk. İnsanı bambaşka yerlere götüren bir şarkı da değildir. İnsanı doğrudan kendisine götürür, içindeki benliğine. İnsanın başını yastığa koyduğunda girdiği iç muhasebesi gibi bir şeydir. İnsan, sessizlikte kendini bulur, sessizliğin sesiyle kendini duyar ve içindeki bütün sesler bir olur, kendini hatırlatır. Birçok insanın kabul edemeyeceği bir hakikat seslenir:
                   “İnsan yalnızdır!”

Dünyadaki sesler, yalnızlığımıza bulduğumuz rengârenk örtülerdir. Onları alırız, gerçeklerin üstünü maharetle kapattığımız gibi yalnızlığımızın üstüne koyarız. Ne zaman seslerden uzak kalırız, o zaman yalnızlığımızla baş başa kalırız. Bulutların üstündeki bir dağın zirvesinde, durgun bir denizin kıyısında, sokakları bomboş bir şehirde… Ne kadar çok fırsatımız var sessizliğe! Aslında, ardımıza bakmadan kaçsak da eninde sonunda yakalanacağız; çünkü
                   “sessizlik her yerde, yalnızlık her yerde.”

Mademki bundan kaçamayacağız, kaçsak da bu sadece hakikati yok saymak, kendimizi kandırmaktan öteye geçmeyecek, o zaman yeniden bir başlangıca ihtiyacımız yok mu? Kendimizi anlamak için bu gerekiyorsa, neyi bekliyoruz? O hâlde, başlayalım bütün benliğimizi vererek,
                   “sessizliğin sesiyle…”

                   “bâ sedâ-yi bîsedâ…”